7 Aralık 2009 Pazartesi

Cam Kent'ten bir görüntü


Zaman zaman, bugün bana olduğu gibi, bir dahiyle karşılaşabiliyor insan:

Yaşını pek çıkaramadığım bir klarnetçi, yüzünü örten bir şapka giymişti, kaldırımda yılan oynatıcıları gibi bağdaş kurmuş oturuyordu. Tam önünde biri tef, öteki de trampet tutan kurulu iki maymun duruyordu. Biri tefi sallıyor, diğeri de trampete vuruyordu, tutturdukları acayip ama kusursuz sinkopa adam da müzik aletiyle bitmek bilmez küçük varyasyonlar doğaçlıyor, gövdesi kaskatı bir ileri bir geri hareket ediyor, bütün enerjisiyle maymunların ritmine uyduruyordu kendini. Kendi yarattığı evrende, başını bir kez olsun kaldırmadan, mekanik arkadaşlarıyla birlikte olmaktan memnun, kaygısızca, hissederek, düzenli ve ilmek atar gibi hareketlerle minörden çalıyordu. Bu böylece sürdü durdu, sonuçta hep aynı şeyi çalıyordu, yine de dinledikçe ondan ayrılamaz oldum.

O müziğin içinde olmak, o tekrarlardan oluşan çemberin içine çekilmek: insanın nihayet yitip gideceği yer orasıdır belki de.

-Paul Auster, Cam Kent, Metis

22 Haziran 2009 Pazartesi

Daha Yapılırken Yıkılan Binalar




Yetenek belki de yüceltilmiş öfkeden başka bir şey değildir: İnatçı nesneleri yok etmek amacıyla vaktiyle uç noktaya götürülmüş enerjileri sonradan sabırlı gözlemin yoğunlaşmasına dönüştürme ve böylece şeylerin gizini ortaya çıkarana kadar uğraşma kapasitesi - oyuncak bebeğin son "ınga" sesini duyana kadar onu kırıp döken bir çocuk gibi tıpkı. Pratik nesnelerle ilişkisini kesmiş ve düşüncelere dalmış bir adamın yüzüne bakıp da bir saldırganlığın -başka zaman eyleme dökülecek bir saldırganlık- izini görmemiş olabilir miyiz hiç? Yaratışın coşkusu içinde kendinden geçmiş sanatçı, "öfkeden gözü dönmüş gibi çalışmak" sözünde de ifade bulan bir hunharlığa hedef olduğunu hissetmiyor mudur? Üstelik kişinin kendini hem kısıtlılıktan hem kısıtlanmışlığın sonucu olan öfkeden kurtarması için tam da böyle bir öfkeye ihtiyacı yok mudur? Sanatın uzlaşmacılığı, sadece yıkıcılığından alınmış bir ödün olamaz mı?

...

Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur.



Minima Moralia, Theodor W. Adorno, Metis, 72.bölüm

13 Haziran 2009 Cumartesi

sevgili kırılgan cummings


l(a

le
af
fa

ll

s)
one
l

iness


e. e. cummings


Bazı insanlar hiç şiir yazmasalar bile ortalığa şiir saçabilirler. God, you made some gifted, and you made some as gifts for other's lives. Who am i, what is my function?

24 Mayıs 2009 Pazar

Logos / İlhan Berk



"Şiir duvarcının elinden düşürüdüğü tuğlanın yere düşmesinde değildir
Havada asılı kalmasındadır."



Dilin tüketim aracı olması dışında, kendine gelme, kendi olma eğilimi de vardır.

Lacan, dilin özneden bağımsız işleyen yapıları olduğunu buldu. Bilinçdışının işleyişi gibi bir işleyişi olduğunu da saptadı.

Öte yandan, dilin tüketim aracı olmaktan çıktığı, kendine geldiği an belki de yalnız şiirdedir.

Varlığını neredeyse yalnız onda doğrular.

Yalnız şiirde kendi dilini arar, tüketici, verili dili yadsır.

Şiirin asıl savaşı da buradadır.


(Logos, İlhan Berk, YKY, İstanbul, 2001, sayfa:13)

Antonin Artaud'nun Bir Mektubundan


Artık Hiçbir Şey Düşünmediğim Zaman Yazmak İstiyorum



Ben yazı yazmaya hiçbir şey yazamayacağımı anlatmak için birtakım betikler yazarak başladım; diyecek, ya da yazacak bir şeyim olduğu vakit, en çok bu benim için imkansız oluyordu. Hiçbir zaman bir düşüncem olmadı benim. Yetmişer sayfalık iki küçük betiğim hep o her türlü düşünceden uzak, o büyük, o yerleşmiş, o yöresel yokluk, hiçbir şeysizlik etrafında döner durur. Ombilic des Limbes ile Le pese-neris'dir bunlar.

Hep böyle kopuk, düzensiz, korkunç bir duyguyla yazıp çizdim ben: Evet ile hayır, kara ile ak, doğru ile yanlış. Diyeceğim: Bu birbirine karşı şeyler benim gibi bir adamın, zavallı Bay Antonin Artaud'nun o garip anlatımı içinde birleştiler.

Kimliğimde yazılı olduğu gibi, ben, 1896'da, 3 ile 4 Eylül gecesi Marsilya'da dünyaya geldiğimi hiç hatırlamıyorum, ama buna karşılık bambaşka bir yerde, bir uzayla hiçbir zaman olmamış korkunç yaman bir dünya arasında, öyle bir yerde çetin bir soruyu tartışırken dünyaya geldiğimi hatırlıyorum.

Benim o uğursuz, korkunç, kaba dediğim yeryüzü, bu yeryüzü hayatıydı.

Gelip geçici birşey değildir ölüm. Hiçbir zaman varolmamış bir şeydir o. Yaşamak zorsa, ölümün gittikçe imkansız, etkisiz olmasındandır. Yeryüzündeki hayatımı düşündüğüm zaman, en azından dört kez gerçekten, bedenen öldüğümü hatırlıyorum: Birinde Meksika'da, en son olarak da elektrik şoku korkuları altında Rodez tımarhanesinde.

Her seferinde vücudumdan koptuğumu, uzayda dolaştığımı duydum; ama asıl vücudumun öyle çok uzaklarında da değildim. İnsan öyle kolay kolay tam kopamıyor. Sonra, gerçekten, insan vücudunu bırakamıyor da.

Kötü bir taraftan ölünüyor hem, ölümde tutulacak bir yol değil bu.

Ben, yalnız yaşarken tutulacak yola inanıyorum. Ölülerin de salt buna inandıklarını sanıyorum. Öte yandan hem onlar bunu artık hiçbir zaman tartışamayacaklar da. Kişi, şunu ya da bunu sezinleyebildikçe, gerçekten, ölmüyor da.

Ben Antonin Artaud, artık hiçbir şey düşünmediğim zaman yazmak istiyorum.


(Artaud'nun 27 Haziran 1946'da sanat anlayışını anlatmak için Peter Watson'a yazdığı bu mektubu İlhan Berk Türkçe'ye çevirmiş, daha sonra da defterlerinin basılmasıyla ortaya çıkan Kült Kitap'ına koymuş. Berk, Artaud'nun anlamsızlığı yöntemli bir delilik diye tanımladığını ekliyor yazısına. -Kült Kitap, İlhan Berk, YKY, İstanbul. sayfa:39,40)

23 Nisan 2009 Perşembe

Şimdi Karasu, Uygur'un nefis pasını göğsünde yumuşatıyor.


Nermi Uygur "Canına kıyma yoluna gitmek, kendini kapalı bir dizgenin tutsağı kılmaktır" diyordu bir gün; konuşuyorduk... "Oysa yaşamak, dizgeyi ya da dizgeleri her zaman açık bırakmak, değişikliğe hazır tutmak demek..." Bilmem, kişi, yaşamla birlikte, açık dizgeyi de reddedemez mi? Pişmanlığın, açıklığın, özgürlüğün ötesine geçemez mi, özgürlüğü ortadan kaldıran bu sonul, dönülmez davranışla?



(Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu, Metis Yayınları, 79,"Yengece Övgü" adlı öyküsünden.)