Bir çay bahçesinde oturuyorum, deniz kenarında, boğaza karşı, tesadüfen. Birazdan patlayacaklarını henüz bilmediğim havai fişeklerden hallice düşüncelerle dolu aklım. Aptalca bir ifade olarak çoktandır yüzüme imzasını atmış uykusuzluk nedeniyle artık renkleri başka gördüğüme yemin edebilirim -ve bu hoşuma gidiyor. Oysa ki uyanığım, en az bir köşede uyuyan şu kedi kadar. Odaklanamaz görünüşüm, her şeyin başlı başına bir uyarana dönüştüğü bu uyanıklığa, bu hassaslığa ilişkin sadece.
Hayatı bu denli muazzam yapan şey, acının ve hazzın daima aynı anda hissediliyor olması belki de. Antik Yunanlıları takdir ederken şunu söylüyordu Nietzsche: "Tıpkı dikenli çalıdan gülün çıkışı gibi, onlar da acının ve korkunçluğun içinden sanatı çıkardılar." Acının ve korkunçluğun içinden. Sanatı. Yaşıyorum - yaşam sürüyor, leş gibi mutsuzum, ama hissetmek harika, her bir an büyük bir haz kaynağı (biraz da acıdan haz alıyorsan hele), aklın alamadığı ve optik algının duyamadığı sonsuzluk, nasılsa tam karşımda duruyor, bize bir ufuk olan zaman yok oluyor, gerçek bütün sözcükleri yıkayarak yağıyor üstüme.. Esrime halleri dışında hapsolduğumuz bu gerçekliği değiştirebilecek bir aşkınlıkla tanışmadım henüz; varolmak bir mekanda olmaktır. Mekansızlığa duyulan tutku. İşin yoksa hayat boyu sınırları(nı) ötele. Yaşamak istediğim ölüm böyle, beni sonsuzluğun içine katıp yok edecek.
Ne diyorum ben.... Uğultu. Konuşmak uzaklaşmaktır. Parodi bu. Sözcüklerin hiç bir zaman önemi olmadı. Üstelik her şey dilken.
Dilin içinde devinip duruyoruz, söylenilen her şey özünde büyük bir sessizlikken. Dil, çoğu zaman asıl meseleden uzaklaşmaktan başka bir işe yaramıyor, onca kurulmuş yapı, yorum, belki en fazla mimari bir cambazlık. Çünkü dil, çok güzel üflemeli bir enstrüman. Ama sadece usta olanın amatörce sınırlarında gezinebildiği. Kim dili yarabiliyor? Hadi başka bir dille konuşalım. Dil'in bir anlamı da "gönül" demek, bu demek ki dilin yatağı gönüldür, ama birinin gönlünü açması naiflik oluyor.
Hepimiz başkalarını anladığımızı sanırız. Birini anladığımızı kabul ettiğimiz anda bu kabulün tahakkümüyle varoluruz ötekinin üstünde. Anladığımız tek şey -dilin kurduğu köprüden aşağı bakınca gördüğümüz- kendi yansımamız. Başkalarını anladığımı iddia etmeyi bırakalı uzun zaman oluyor, başkalarını sadece hissediyorum artık...
Tahakküm kurmayı reddettiğim her an, toplumsal rollere bir türlü sığamadığım her an... Issız kaldığım her an... Kendim olabilmenin hazzıyla dolduğum her an... Ben buyum'a içeriği belirsiz esnek bir sınır çizebildiğim her an... Duyabildiğim her an... Kendisini unuttuğum ya da aksine kendisine uyandığım o sis gibi atmosfere yayılan kaygı. Ki bu bile önemsiz, başka bir gerçeklik yok, muhteşem hayatımın tedrici bir intihar oluşu dışında.
30 Ekim 2008 Perşembe
19 Ekim 2008 Pazar
sEs
ses dağılıp parçalanınca soluk mavi
üzerime ağıyor zamanın suskun
arıtılmış bir hali
şimdi her zamankinden de geniş
ortasına uzandığım oda
sanki her yerde küçük bir eğim
herşey tekerlekli
şimdi çok uzakta kaldı
kalabalığın beni bir elma gibi kemirişi
seslerin arasındaki durmaların
ayırd edilmediği an
herşey bire çalıyor
ikide parçalanan
şimdi bir kimyadır beni saran
bu serin mavi mağarada
perdeden sızan ışığın
loşlukla dans ettiği
tüm bu esrikliğin içinde dağlayan kalbimi
bir parça olup yaşamak
bu baş döndüren sadeliği
şimdi herşey biraz uyku öncesi
ve her yastığın altında bir tabanca
sanki her yerde küçük bir eğim
sesler uzaklaşmakta
üzerime ağıyor zamanın suskun
arıtılmış bir hali
şimdi her zamankinden de geniş
ortasına uzandığım oda
sanki her yerde küçük bir eğim
herşey tekerlekli
şimdi çok uzakta kaldı
kalabalığın beni bir elma gibi kemirişi
seslerin arasındaki durmaların
ayırd edilmediği an
herşey bire çalıyor
ikide parçalanan
şimdi bir kimyadır beni saran
bu serin mavi mağarada
perdeden sızan ışığın
loşlukla dans ettiği
tüm bu esrikliğin içinde dağlayan kalbimi
bir parça olup yaşamak
bu baş döndüren sadeliği
şimdi herşey biraz uyku öncesi
ve her yastığın altında bir tabanca
sanki her yerde küçük bir eğim
sesler uzaklaşmakta
7 Ekim 2008 Salı
Kierkegaard'dan Bir Yazı

Bu blogu Kierkegaard'a ait çok sevdiğim bir yazıyla açmak istedim. Kierkegaard, 1813-1855 yılları arasında yaşamış Danimarkalı filozof, düşünür, edebiyatçı, teolog.... Oyunlar oynayan bir münzevi, şeylere iğneyle açtığı küçücük deliklerden bakan, fındık kabuğunun içine yakaladığı bir sineği koyup oyunlar oynayan. Bir münzevi, aynı zamanda uzun yürüyüşlere çıkıp karşılaştığı herkesle tek tek konuşan bir cemiyet adamı. Daima yürüyen, ve geride bıraktıklarını önüne koyan... Yaklaşık 2300 yıl önce "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." demişti Arkhimedes. Kierkegaard, o dayanak noktasının ne olduğundan bahsediyor bu yazıda.
Arkhimedes'in o dayanak noktası
"....En sevdiğim yerlerden biri olmuştur burası hep. Sakin bir akşam
orada ayakta dururken, deniz derin ve durgun vakarıyla şarkısını
söylüyordu, uçsuz bucaksız suların üzerinde gözüm tek bir yelkenliye
ilişmedi, deniz gökyüzüne, gökyüzü de denize sınır koyuyordu; öte
yandan, hayatın koşuşturmacası dinmiş, kuşlar akşam dualarını
okuyorlardı - canım bildiğim üç beş kişi mezarlarından çıkıp geldi, daha
doğrusu sanki bana ölmemişler gibi geldi. Aralarında öylesine
mutluydum ki, bana sarılışlarıyla dinlendim, sanki bedenimden çıkmış
gibiydim, onlarla birlikte süzülerek yukarıdaki açık gökyüzüne
yükseldim - derken martıların boğuk, keskin çığlıklarıyla orada tek
başıma dikildiğimi ve gözümün önündeki her şeyin kaybolduğunu
gördüm, yüreğim kabarmış bir halde dünyanın koşuşturmacasına
katılmak üzere geri döndüm, ama elbette bu lütuf dolu anları
unutmadım. -Orada sık sık durup geçmiş hayatımı, üzerimde güçlerini
denemiş çeşitli çevreleri düşünmüşümdür; ve hayatta çoğu zaman insanı
kıran bayağılıklar, doğru anlaşıldığında hiç kopmayacak bağlarla
birbirlerine bağlanacak beyinleri sık sık birbirinden ayıran sayısız yanlış
anlamalar gözümün önünden kaybolup gittiler. Bu perspektifle bakınca
sadece geniş ve güçlü dış çizgiler görünüyordu ve ben sık sık başıma
geldiği gibi kendimi o an kaybetmedim, aksine her şeyi bir bütün olarak
gördüm ve her şeyi farklı bir şekilde anlayacak, ne çok gaf yapmış
olduğumu itiraf edecek, başkalarını affedecek güce sahip oldum.
Kendimi genellikle çevremdeki insanların bir uzantısı olarak görmeme
sebep olan o hüzün ve umutsuzluk duygusu olmadan, beni küçük bir
çemberi şekillendiren prensip haline getiren gurur duygusu olmadan
orada öyle dikilirken -orada yalnız ve terk edilmiş dururken, denizin
gücü, elementlerin savaşı kendi hiçliğimi hatırlattı ve öte yandan
kuşların emin uçuşu İsa'nın sözlerini aklıma getirdi: Tek bir serçe,
Tanrınız olmadan yere düşmez: İşte o zaman kendimin hem ne kadar
büyük hem de ne kadar küçük olduğunu hissettim; o zaman o iki büyük
güç, gurur ve alçakgönüllülük mutlu bir şekilde dostlukta birleşti. Hayatının her anında bunu mümkün kılan insana ne mutlu; bu iki faktör, o kişinin sinesinde sadece anlaşmaya varmayıp ellerini de birleştirerek evlenirler -ne mantık evliliği ne de denk olmayan evlilik, kalbinin en gizli odacığında tuttuğu sakin bir aşk evliliğidir bu, kutsalların kutsalı, pek az şahidin olduğu, ama her şeyin Cennet Bahçesi'ndeki evliliğin tek şahidi olan Tanrının gözleri önünde geliştiği bir evlilik- meyvesiz de değil, aksine dünyadaki tecrübeli bir gözlemcinin görebileceği kutsal meyveleri olan bir evlilik: çünkü, bitkilerdeki kriptogamlar gibi, yığınların dikkatinden kaçarlar, onları sadece meraklı münzevi bulur ve bu keşfiyle coşar. Hayatı huzur ve sükun içinde akacaktır, ne gururun baş döndürücü kadehini dikecektir tepesine, ne de umutsuzluğun acı kadehini. Hesaplarıyla düşmanın savaş araçlarını imha etmeyi başarmış olan o büyük filozofun arzuladığı şeyi, tüm dünyayı kaldırabileceği Archimedes'in o dayanak noktasını bulmuştur, ki bu dayanak noktası da sırf bu sebepten dolayı, dünyanın dışında, uzay ve zaman sınırlarının dışında bulunmak zorundadır."
Kahkaha Benden Yana, Sören Aabye Kierkegaard, Ayrıntı Yayınları, 2005, sayfa 37
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)