30 Ekim 2008 Perşembe

heartbeat

Bir çay bahçesinde oturuyorum, deniz kenarında, boğaza karşı, tesadüfen. Birazdan patlayacaklarını henüz bilmediğim havai fişeklerden hallice düşüncelerle dolu aklım. Aptalca bir ifade olarak çoktandır yüzüme imzasını atmış uykusuzluk nedeniyle artık renkleri başka gördüğüme yemin edebilirim -ve bu hoşuma gidiyor. Oysa ki uyanığım, en az bir köşede uyuyan şu kedi kadar. Odaklanamaz görünüşüm, her şeyin başlı başına bir uyarana dönüştüğü bu uyanıklığa, bu hassaslığa ilişkin sadece.

Hayatı bu denli muazzam yapan şey, acının ve hazzın daima aynı anda hissediliyor olması belki de. Antik Yunanlıları takdir ederken şunu söylüyordu Nietzsche: "Tıpkı dikenli çalıdan gülün çıkışı gibi, onlar da acının ve korkunçluğun içinden sanatı çıkardılar." Acının ve korkunçluğun içinden. Sanatı. Yaşıyorum - yaşam sürüyor, leş gibi mutsuzum, ama hissetmek harika, her bir an büyük bir haz kaynağı (biraz da acıdan haz alıyorsan hele), aklın alamadığı ve optik algının duyamadığı sonsuzluk, nasılsa tam karşımda duruyor, bize bir ufuk olan zaman yok oluyor, gerçek bütün sözcükleri yıkayarak yağıyor üstüme.. Esrime halleri dışında hapsolduğumuz bu gerçekliği değiştirebilecek bir aşkınlıkla tanışmadım henüz; varolmak bir mekanda olmaktır. Mekansızlığa duyulan tutku. İşin yoksa hayat boyu sınırları(nı) ötele. Yaşamak istediğim ölüm böyle, beni sonsuzluğun içine katıp yok edecek.

Ne diyorum ben.... Uğultu. Konuşmak uzaklaşmaktır. Parodi bu. Sözcüklerin hiç bir zaman önemi olmadı. Üstelik her şey dilken.

Dilin içinde devinip duruyoruz, söylenilen her şey özünde büyük bir sessizlikken. Dil, çoğu zaman asıl meseleden uzaklaşmaktan başka bir işe yaramıyor, onca kurulmuş yapı, yorum, belki en fazla mimari bir cambazlık. Çünkü dil, çok güzel üflemeli bir enstrüman. Ama sadece usta olanın amatörce sınırlarında gezinebildiği. Kim dili yarabiliyor? Hadi başka bir dille konuşalım. Dil'in bir anlamı da "gönül" demek, bu demek ki dilin yatağı gönüldür, ama birinin gönlünü açması naiflik oluyor.

Hepimiz başkalarını anladığımızı sanırız. Birini anladığımızı kabul ettiğimiz anda bu kabulün tahakkümüyle varoluruz ötekinin üstünde. Anladığımız tek şey -dilin kurduğu köprüden aşağı bakınca gördüğümüz- kendi yansımamız. Başkalarını anladığımı iddia etmeyi bırakalı uzun zaman oluyor, başkalarını sadece hissediyorum artık...

Tahakküm kurmayı reddettiğim her an, toplumsal rollere bir türlü sığamadığım her an... Issız kaldığım her an... Kendim olabilmenin hazzıyla dolduğum her an... Ben buyum'a içeriği belirsiz esnek bir sınır çizebildiğim her an... Duyabildiğim her an... Kendisini unuttuğum ya da aksine kendisine uyandığım o sis gibi atmosfere yayılan kaygı. Ki bu bile önemsiz, başka bir gerçeklik yok, muhteşem hayatımın tedrici bir intihar oluşu dışında.

Hiç yorum yok: