
24 Aralık 2008 Çarşamba
The Ballad of the Sad Café

".... Miss Amelia'nın içkisinin bir özelliği vardır. Dilinizin üstünde temiz, belirgin bir tat bırakır, ama bir kez mideye girdi mi uzun bir süre insanın içini ateş basar. Hepsi bununla da kalmaz. Bilirsiniz ya, temiz bir kağıt parçasına limon suyuyla yazılan bir yazıdan hiçbir iz kalmaz. Ama kağıt bir dakika ateşe tutulursa harfler kahverengiye döner, anlam da ortaya çıkar. Viskiyi ateş, yazıyı da kişinin gönlünden geçen şeyler olarak düşünürseniz, Miss Amelia'nın içkisinin değerini anlarsınız. Üzerinde durulmadan geçip giden şeyler, zihnin karanlık köşelerinde barınan düşünceler ancak o zaman kavranır ve anlam bulur. Yalnızca dokuma tezgahını, sefertasını, yatağını, derken gene dokuma tezgahını düşünen bir dokuma işçisi bir pazar günü bu içkiden biraz içtikten sonra gözü bir bataklık zambağına ilişebilir. Çiçeği avucuna alıp narin, altın renkli goncaya alıcı gözüyle bakabilir, o zaman içine acı kadar yoğun bir sıcaklık yayılabilir. Bir dokumacı birden başını kaldırıp bakınca, ocak ayında bir gece yarısı gökyüzünde, daha önce görmediği soğuk, yabansı nuru görebilir, kendi küçüklüğünden derin bir korkuya kapılıp yüreği durabilir. İşte böyle şeyler olur birisi Miss Amelia'nın içkisinden içince. Acıdan yüreği kan ağlayabilir, ya da sevinçten başı göğe erebilir. Gel gelelim, bu deneyim ona gerçeği göstermiştir. Ruhuna dolan sıcaklıkla, orada saklı duran yazıyı görmüştür."
(Küskün Kahvenin Türküsü, Carson McCullers, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)
14 Aralık 2008 Pazar
çapraz

duruyordun
kitaplardan yapılmış
kulelerin arasında
"ama bu çok tatlı bi şarkı"deyip
sesini açtığın müziğin.
tam çaprazımda
tepsideki makas gibi
sunup da kendini
bana da şöyle bir bakıp çıktın
pek kalmadın açıkça.
dağılması güç bir
uğultu bıraktın
açılmamış bir paket
başımdaki masaya
vardım
açık bırakılmıştı ışıkların
beni giydirdin
beni soydun
dokunmadın.
tadın acıdı
terin ekşidi
ama çabuk kurudu çamaşırların
sen ipleri yormadın
herşey bitince
tuttun
kelimelerden küçük bir top yapıp
yuvarladın bana
ve durdun baktın.
kesmedim
ipleri,
bulamadım
30 Kasım 2008 Pazar
şşşş

önce başımı uzattım
sonra gövdemi çıkardım
elimi koydum alnıma
ne çok var gidecek
yıllardır yürüdüm
kendi etrafımda
bana bir bilgi verilmişti
daha doğmadan önce
bütün yollar denize çıkar
denizler okyanusa
-dünya garip.
ayaklarımın altını kesti binlerce taş
senin kıyına varana kadar
ve sen küçük bir gölsün!
(bulandırırsam ölürüm)
bazen oturuyorum
kıskaçlı bir hayvan yapıyorum
bırakıyorum aramıza
sen tutup pencereden
atıyorsun onu
güzelliğin başımı döndürüyor
bana herşey uğulduyor
ben kışkıran bir eşyayım
hazırım düşmeye masadan
dinmeyen sızıyı sen
nasıl yapıyorsun bilmem,
bir tek sen susturabiliyorsun
başım göğsünü ezerek
dinliyorum ezgini
uyku, bir düğmenin iliklenmesi
ben sözümü sana verdim
ben söyleyemem
sen söyle
26 Kasım 2008 Çarşamba
kafes

Ben, kafesteki bir hayvandır.
En çok sevdiği ona en çok dokunandır.
Dokunma, karşılıklıdır. Kafese girme riskini alabilenin, ancak içeridekine dokunmasına izin verilebilir. İçerideki de dışarıdakine "Senin kafesine girme sözünü tüm varlığımla veririm. Ama yine de daima bir risk vardır" der.
Kafes, içindekinin göbeğinden gelen bir bağla şekillenir. Kafes içeridekinden beslenir. İçerideki, kendi kendini dövme ihtiyacındaysa duvarlar serttir, o kendisini duvardan duvara vurur. Boğulmak istediği anda kafes küçülür, küçülür, ta ki içerideki nefes alamayıncaya kadar. Eğer ki hareket edebilmek istiyorsa, kafes genişler. Dışarıyı görebilmek istiyorsa saydamlaşır. Bir yere uzanabilmek istiyorsa esnekleşir. Hiçbir şey yapmak istemiyorsa, kafes öylece durur. Ne istediğini bilmiyorsa... şekilsizleşir.
Kafes hep vardır.
Bazı durumlarda gerçeklik kandırılabilir. Yönlendirilebilir, ona bir çelme takılabilir, veya ani bir karanlıktan faydalanılabilir. Bazen kafeste bir aralık açılabilir. -Bir erime. Bir mumun yanışı. Esriklik. Bir kurban etme. -İnsan kendisine ait bir parçadan feragat etmeyi kabul eder. Onu karşısındakine verir. Kibrin yanışı. Yakılışı.
Böylece birisi içerdekinin kafesine girebilir. Bu kendi kafesinden çıkması demektir. "Buluştuğumuz yer, burası"dır artık. Bu noktada bir hukuk oluşur, şimdi söz konusu olan iki kişilik bir kafestir.
Kafese giren, içeridekine yakındır. O içeridekine benzeyişini yanında taşımıştır. Farklılık benzerliğin içinde barındığı bir kaba dönüşür, bu kap sadece benzerliği taşıyabilmek için vardır.
İçeridekiler buluşunca yapacakları ilk şey şudur; birbirlerinin aklındaki yaraya dokunmak. Birisinin aklındaki yaraya dokunamayan, onun kalbine ulaşamaz. Çünkü kalp de, akıl kafesi içinde yaşayan bir hayvandır.
Birinin aklındaki yaraya dokunmak; "güven"dir.
Akıldaki yaraya dokunan aklı eritebilir ancak. Aklın erimesi, kalbin ısınması ve harekete geçmesidir. Kalpteki yara, kendi kendisini denizin yedi kat dibindeki bir istiridyenin içindeki inci tanesi gibi sessizce sunar. Yara, değerlidir, en değerlidir. Yara, ancak kendisine değer verene kendini açar.
Kendini sunan yara, okşanır. Bu, yaranın kapanacağı anlamına gelmez. Bir yara zorunlu olarak kapanmak için var değildir. Yara, yaradır. Yara belki de en derinde, bir sınama ölçütü olma işlevine sahiptir.
İki kişinin bulunduğu kafeste, bireysel bir ironiye yer yoktur. Yapaylığa da, yalana da, kendini kandırmaya da. Katıksız gerçekliktir varolan tek şey; çünkü sadece... Gerçek olan dokunandır.
Birisinin kalbindeki yaraya dokunmak "sevgi"dir.
Birisine dokunmak; 'kendi'ni onda öldürmektir.
7 Kasım 2008 Cuma
sızı

çünkü herkesin bir sınırı var
sen de sınırını itip duruyor musun
benim gibi
öteye,
öfkeyle
deli oluyor musun
aklın başına geldikçe?
şiddetten bahsediyorlar
bize.
buluştuğumuz yer
tam...
burası
hani ellerimizle telefonlar etmişiz birbirimize
dudaklarımız birbirine dokunurken
birbirimizin derisini sıyırıp geçen
kirli tırnaklarımız
ikimiz de dehşetli bir hortumla
kendi içine
emilirken
bağırıyorlar ya,
kirlenmek güzeldir
sadece umarsızsan!
belki
asla yok olmayan sızı
-o hep kaçtığımız-
ruhu bir sakatattan ayıran
sen misin beni koruyan
kendimi bırakırken tutan
hani küçük acımış yerlerim
hani herkes beni çok severmiş
ben hariç,
hayatta her bilgi
başka bir bilginin eksikliği
gördüğün müyüm
sustuğum mu
ya bu kadar cüretkarsam?
herkes
karşısındakine dokunabildiği kadardır,
değil mi?
bu değil mi "gerçek" olan!
belki tek istediğim
beni yatıştırman
bana sesini mırıldan
tavşancık

"Asansörde, üçüncü katı aşağıda bıraktığım sırada tavşan, avucumun içinde kıpırdanıp duruyordu... O minik şeyi mendilime sarıp paltomun cebine koydum, boğulup ölmesin diye de palto düğmelerimi açık bıraktım. Tavşancık hemen hiç kıpırdamıyordu. O mini bilinci ona birtakım önemli olgular açıklamaktaydı herhalde: Yaşam, yukarı doğru bir çıkıştır ve soncul bir tıkırtıyla noktalanır, aynı zamanda yaşam alçak, beyaz bir tavandır, kişiyi lavanta çiçeği kokan, ılık bir kuytuyla sarmalar."
(Julio Cortazar'ın "Paris'te Bir Genç Hanıma Mektuplar" adlı öyküsünden.)
30 Ekim 2008 Perşembe
heartbeat
Bir çay bahçesinde oturuyorum, deniz kenarında, boğaza karşı, tesadüfen. Birazdan patlayacaklarını henüz bilmediğim havai fişeklerden hallice düşüncelerle dolu aklım. Aptalca bir ifade olarak çoktandır yüzüme imzasını atmış uykusuzluk nedeniyle artık renkleri başka gördüğüme yemin edebilirim -ve bu hoşuma gidiyor. Oysa ki uyanığım, en az bir köşede uyuyan şu kedi kadar. Odaklanamaz görünüşüm, her şeyin başlı başına bir uyarana dönüştüğü bu uyanıklığa, bu hassaslığa ilişkin sadece.
Hayatı bu denli muazzam yapan şey, acının ve hazzın daima aynı anda hissediliyor olması belki de. Antik Yunanlıları takdir ederken şunu söylüyordu Nietzsche: "Tıpkı dikenli çalıdan gülün çıkışı gibi, onlar da acının ve korkunçluğun içinden sanatı çıkardılar." Acının ve korkunçluğun içinden. Sanatı. Yaşıyorum - yaşam sürüyor, leş gibi mutsuzum, ama hissetmek harika, her bir an büyük bir haz kaynağı (biraz da acıdan haz alıyorsan hele), aklın alamadığı ve optik algının duyamadığı sonsuzluk, nasılsa tam karşımda duruyor, bize bir ufuk olan zaman yok oluyor, gerçek bütün sözcükleri yıkayarak yağıyor üstüme.. Esrime halleri dışında hapsolduğumuz bu gerçekliği değiştirebilecek bir aşkınlıkla tanışmadım henüz; varolmak bir mekanda olmaktır. Mekansızlığa duyulan tutku. İşin yoksa hayat boyu sınırları(nı) ötele. Yaşamak istediğim ölüm böyle, beni sonsuzluğun içine katıp yok edecek.
Ne diyorum ben.... Uğultu. Konuşmak uzaklaşmaktır. Parodi bu. Sözcüklerin hiç bir zaman önemi olmadı. Üstelik her şey dilken.
Dilin içinde devinip duruyoruz, söylenilen her şey özünde büyük bir sessizlikken. Dil, çoğu zaman asıl meseleden uzaklaşmaktan başka bir işe yaramıyor, onca kurulmuş yapı, yorum, belki en fazla mimari bir cambazlık. Çünkü dil, çok güzel üflemeli bir enstrüman. Ama sadece usta olanın amatörce sınırlarında gezinebildiği. Kim dili yarabiliyor? Hadi başka bir dille konuşalım. Dil'in bir anlamı da "gönül" demek, bu demek ki dilin yatağı gönüldür, ama birinin gönlünü açması naiflik oluyor.
Hepimiz başkalarını anladığımızı sanırız. Birini anladığımızı kabul ettiğimiz anda bu kabulün tahakkümüyle varoluruz ötekinin üstünde. Anladığımız tek şey -dilin kurduğu köprüden aşağı bakınca gördüğümüz- kendi yansımamız. Başkalarını anladığımı iddia etmeyi bırakalı uzun zaman oluyor, başkalarını sadece hissediyorum artık...
Tahakküm kurmayı reddettiğim her an, toplumsal rollere bir türlü sığamadığım her an... Issız kaldığım her an... Kendim olabilmenin hazzıyla dolduğum her an... Ben buyum'a içeriği belirsiz esnek bir sınır çizebildiğim her an... Duyabildiğim her an... Kendisini unuttuğum ya da aksine kendisine uyandığım o sis gibi atmosfere yayılan kaygı. Ki bu bile önemsiz, başka bir gerçeklik yok, muhteşem hayatımın tedrici bir intihar oluşu dışında.
Hayatı bu denli muazzam yapan şey, acının ve hazzın daima aynı anda hissediliyor olması belki de. Antik Yunanlıları takdir ederken şunu söylüyordu Nietzsche: "Tıpkı dikenli çalıdan gülün çıkışı gibi, onlar da acının ve korkunçluğun içinden sanatı çıkardılar." Acının ve korkunçluğun içinden. Sanatı. Yaşıyorum - yaşam sürüyor, leş gibi mutsuzum, ama hissetmek harika, her bir an büyük bir haz kaynağı (biraz da acıdan haz alıyorsan hele), aklın alamadığı ve optik algının duyamadığı sonsuzluk, nasılsa tam karşımda duruyor, bize bir ufuk olan zaman yok oluyor, gerçek bütün sözcükleri yıkayarak yağıyor üstüme.. Esrime halleri dışında hapsolduğumuz bu gerçekliği değiştirebilecek bir aşkınlıkla tanışmadım henüz; varolmak bir mekanda olmaktır. Mekansızlığa duyulan tutku. İşin yoksa hayat boyu sınırları(nı) ötele. Yaşamak istediğim ölüm böyle, beni sonsuzluğun içine katıp yok edecek.
Ne diyorum ben.... Uğultu. Konuşmak uzaklaşmaktır. Parodi bu. Sözcüklerin hiç bir zaman önemi olmadı. Üstelik her şey dilken.
Dilin içinde devinip duruyoruz, söylenilen her şey özünde büyük bir sessizlikken. Dil, çoğu zaman asıl meseleden uzaklaşmaktan başka bir işe yaramıyor, onca kurulmuş yapı, yorum, belki en fazla mimari bir cambazlık. Çünkü dil, çok güzel üflemeli bir enstrüman. Ama sadece usta olanın amatörce sınırlarında gezinebildiği. Kim dili yarabiliyor? Hadi başka bir dille konuşalım. Dil'in bir anlamı da "gönül" demek, bu demek ki dilin yatağı gönüldür, ama birinin gönlünü açması naiflik oluyor.
Hepimiz başkalarını anladığımızı sanırız. Birini anladığımızı kabul ettiğimiz anda bu kabulün tahakkümüyle varoluruz ötekinin üstünde. Anladığımız tek şey -dilin kurduğu köprüden aşağı bakınca gördüğümüz- kendi yansımamız. Başkalarını anladığımı iddia etmeyi bırakalı uzun zaman oluyor, başkalarını sadece hissediyorum artık...
Tahakküm kurmayı reddettiğim her an, toplumsal rollere bir türlü sığamadığım her an... Issız kaldığım her an... Kendim olabilmenin hazzıyla dolduğum her an... Ben buyum'a içeriği belirsiz esnek bir sınır çizebildiğim her an... Duyabildiğim her an... Kendisini unuttuğum ya da aksine kendisine uyandığım o sis gibi atmosfere yayılan kaygı. Ki bu bile önemsiz, başka bir gerçeklik yok, muhteşem hayatımın tedrici bir intihar oluşu dışında.
19 Ekim 2008 Pazar
sEs
ses dağılıp parçalanınca soluk mavi
üzerime ağıyor zamanın suskun
arıtılmış bir hali
şimdi her zamankinden de geniş
ortasına uzandığım oda
sanki her yerde küçük bir eğim
herşey tekerlekli
şimdi çok uzakta kaldı
kalabalığın beni bir elma gibi kemirişi
seslerin arasındaki durmaların
ayırd edilmediği an
herşey bire çalıyor
ikide parçalanan
şimdi bir kimyadır beni saran
bu serin mavi mağarada
perdeden sızan ışığın
loşlukla dans ettiği
tüm bu esrikliğin içinde dağlayan kalbimi
bir parça olup yaşamak
bu baş döndüren sadeliği
şimdi herşey biraz uyku öncesi
ve her yastığın altında bir tabanca
sanki her yerde küçük bir eğim
sesler uzaklaşmakta
üzerime ağıyor zamanın suskun
arıtılmış bir hali
şimdi her zamankinden de geniş
ortasına uzandığım oda
sanki her yerde küçük bir eğim
herşey tekerlekli
şimdi çok uzakta kaldı
kalabalığın beni bir elma gibi kemirişi
seslerin arasındaki durmaların
ayırd edilmediği an
herşey bire çalıyor
ikide parçalanan
şimdi bir kimyadır beni saran
bu serin mavi mağarada
perdeden sızan ışığın
loşlukla dans ettiği
tüm bu esrikliğin içinde dağlayan kalbimi
bir parça olup yaşamak
bu baş döndüren sadeliği
şimdi herşey biraz uyku öncesi
ve her yastığın altında bir tabanca
sanki her yerde küçük bir eğim
sesler uzaklaşmakta
7 Ekim 2008 Salı
Kierkegaard'dan Bir Yazı

Bu blogu Kierkegaard'a ait çok sevdiğim bir yazıyla açmak istedim. Kierkegaard, 1813-1855 yılları arasında yaşamış Danimarkalı filozof, düşünür, edebiyatçı, teolog.... Oyunlar oynayan bir münzevi, şeylere iğneyle açtığı küçücük deliklerden bakan, fındık kabuğunun içine yakaladığı bir sineği koyup oyunlar oynayan. Bir münzevi, aynı zamanda uzun yürüyüşlere çıkıp karşılaştığı herkesle tek tek konuşan bir cemiyet adamı. Daima yürüyen, ve geride bıraktıklarını önüne koyan... Yaklaşık 2300 yıl önce "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." demişti Arkhimedes. Kierkegaard, o dayanak noktasının ne olduğundan bahsediyor bu yazıda.
Arkhimedes'in o dayanak noktası
"....En sevdiğim yerlerden biri olmuştur burası hep. Sakin bir akşam
orada ayakta dururken, deniz derin ve durgun vakarıyla şarkısını
söylüyordu, uçsuz bucaksız suların üzerinde gözüm tek bir yelkenliye
ilişmedi, deniz gökyüzüne, gökyüzü de denize sınır koyuyordu; öte
yandan, hayatın koşuşturmacası dinmiş, kuşlar akşam dualarını
okuyorlardı - canım bildiğim üç beş kişi mezarlarından çıkıp geldi, daha
doğrusu sanki bana ölmemişler gibi geldi. Aralarında öylesine
mutluydum ki, bana sarılışlarıyla dinlendim, sanki bedenimden çıkmış
gibiydim, onlarla birlikte süzülerek yukarıdaki açık gökyüzüne
yükseldim - derken martıların boğuk, keskin çığlıklarıyla orada tek
başıma dikildiğimi ve gözümün önündeki her şeyin kaybolduğunu
gördüm, yüreğim kabarmış bir halde dünyanın koşuşturmacasına
katılmak üzere geri döndüm, ama elbette bu lütuf dolu anları
unutmadım. -Orada sık sık durup geçmiş hayatımı, üzerimde güçlerini
denemiş çeşitli çevreleri düşünmüşümdür; ve hayatta çoğu zaman insanı
kıran bayağılıklar, doğru anlaşıldığında hiç kopmayacak bağlarla
birbirlerine bağlanacak beyinleri sık sık birbirinden ayıran sayısız yanlış
anlamalar gözümün önünden kaybolup gittiler. Bu perspektifle bakınca
sadece geniş ve güçlü dış çizgiler görünüyordu ve ben sık sık başıma
geldiği gibi kendimi o an kaybetmedim, aksine her şeyi bir bütün olarak
gördüm ve her şeyi farklı bir şekilde anlayacak, ne çok gaf yapmış
olduğumu itiraf edecek, başkalarını affedecek güce sahip oldum.
Kendimi genellikle çevremdeki insanların bir uzantısı olarak görmeme
sebep olan o hüzün ve umutsuzluk duygusu olmadan, beni küçük bir
çemberi şekillendiren prensip haline getiren gurur duygusu olmadan
orada öyle dikilirken -orada yalnız ve terk edilmiş dururken, denizin
gücü, elementlerin savaşı kendi hiçliğimi hatırlattı ve öte yandan
kuşların emin uçuşu İsa'nın sözlerini aklıma getirdi: Tek bir serçe,
Tanrınız olmadan yere düşmez: İşte o zaman kendimin hem ne kadar
büyük hem de ne kadar küçük olduğunu hissettim; o zaman o iki büyük
güç, gurur ve alçakgönüllülük mutlu bir şekilde dostlukta birleşti. Hayatının her anında bunu mümkün kılan insana ne mutlu; bu iki faktör, o kişinin sinesinde sadece anlaşmaya varmayıp ellerini de birleştirerek evlenirler -ne mantık evliliği ne de denk olmayan evlilik, kalbinin en gizli odacığında tuttuğu sakin bir aşk evliliğidir bu, kutsalların kutsalı, pek az şahidin olduğu, ama her şeyin Cennet Bahçesi'ndeki evliliğin tek şahidi olan Tanrının gözleri önünde geliştiği bir evlilik- meyvesiz de değil, aksine dünyadaki tecrübeli bir gözlemcinin görebileceği kutsal meyveleri olan bir evlilik: çünkü, bitkilerdeki kriptogamlar gibi, yığınların dikkatinden kaçarlar, onları sadece meraklı münzevi bulur ve bu keşfiyle coşar. Hayatı huzur ve sükun içinde akacaktır, ne gururun baş döndürücü kadehini dikecektir tepesine, ne de umutsuzluğun acı kadehini. Hesaplarıyla düşmanın savaş araçlarını imha etmeyi başarmış olan o büyük filozofun arzuladığı şeyi, tüm dünyayı kaldırabileceği Archimedes'in o dayanak noktasını bulmuştur, ki bu dayanak noktası da sırf bu sebepten dolayı, dünyanın dışında, uzay ve zaman sınırlarının dışında bulunmak zorundadır."
Kahkaha Benden Yana, Sören Aabye Kierkegaard, Ayrıntı Yayınları, 2005, sayfa 37
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)